Geçmişle yüzleşmek: Ziya Halis’in anıları
Türkiye’de siyasetçiler Batı ülkelerindeki, özellikle de ABD’deki siyasetçilerin aksine, genellikle anılarını yazmıyorlar. İlhan Tekeli, bir görüşmemizde, tanıştığı bütün siyasetçilerden anılarını yazmasını istediğini, onlarınsa kendisini siyasete davet ettiğini; siyasetçilerin anı yazmaya yanaşmazken kendisinin de siyasetten uzak durduğunu gülerek anlattıktan sonra, -aklımda kaldığı kadarıyla- bunun nedenini şöyle açıklamıştı: “Siyaseti bir görev değil de hayatın kendisi olarak benimsemişler, anılarını yazarlarsa bir daha siyaset yapamayacaklarını kabul etmiş, dolayısıyla hayattan vazgeçmiş olacaklarını sanıyorlar.”
Adına siyaset denilen -aslında iktidar uğruna yapılan pazarlıklardan ibaret- bir hayat süren Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ya da Deniz Baykal gibi son nefesine kadar oyunda kalmaya çalışanları hatırlayınca bu saptamanın çok yerinde olduğu görülüyor. Ancak bu uç örneklerin yanı sıra hayatının yalnızca bir döneminde aktif siyasetin içinde yer almış, sonra siyaset dışındaki hayatına dönmüş kişilerin çoğu da anılarını yazmıyor. Bu olgunun, o konuma atamayla gelme, yalnızca kendini atayana karşı sorumluluk hissedip topluma hesap vermeme gibi kültürel nedenleri olsa gerek ancak konunun bireysel bir boyutunun da olduğunu varsaymalıyız.
Günlük tutmak ya da anı yazmak kültürel olduğu kadar bireysel bir cesaret de istiyor kanımca. Her iki türde de yazmaya başlayan kişi geçmişiyle, yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla dolayısıyla temelde kendisiyle yüzleşmek zorundadır. İş siyasetçiye, eylemlerinin sonuçları kendisinin ya da yakın çevresinin çok ötesine taşan hatta bazen bütün bir toplumu ve geleceği etkileyen kişiye gelince, hesap verilmesi gerekenlere toplum ve tarih de eklenir ve bu da yüzleşmeyi daha korkutucu kılabilir. Dolayısıyla Türkiye’de anı yazmaya kalkan bir siyasetçi, parlamenter siyasette yer alma nedenlerini açıklayabilmeli; bulunduğu konuma kendi çabasıyla gelmiş olmanın yanı sıra eylemleri ve kendisiyle yüzleşebilecek bir cesarete de sahip olabilmelidir.
ZİYA HALİS’İN SİYASET YAŞAMI
Eski Çalışma Bakanı Ziya Halis’in, kendisi, toplum ve tarihle yüzleşmeyi göze alan istisnai siyasetçilerden biri olarak, her şeyden önce bu özelliğiyle saygıyı hakkettiğini düşünüyorum. Halis, anılarına, hemen bütün örneklerdeki gibi ailesi, çocukluğu, öğrenim dönemi ve mesleğe atılışını anlatarak başlıyor. Koçgiri aşiretine mensup bir Alevi-Kürt olan Ziya Halis, hayatının bu döneminde kimliğine yönelik bütün ötekileştirmeleri yaşamanın yanı sıra güçlü bir dayanışmayla hayata tutunuyor. Balkan göçmeni bir ailede büyüyen biri olarak, dikkatimi en çok çeken şey aile ve aşiret içi güçlü toplumsal bağlar oldu. Koçgiri aşiretine mensup bir iş arkadaşım neredeyse bütün maaşını yıllarca babasının ya da kardeşlerinin borcunu ödemeye ayırırken bunu anlamakta zorlanmıştım çünkü bizim ailemizde evden ayrıldıktan sonra sorumluluk yalnızca anne-babaya karşıydı. Halis’in dayısı tarafından okutulması, sonra kendisinin yeğenlerini kendi yanına alıp okutması bu bağları biraz daha iyi anlamama yardımcı oldu. Bu bölüm, ayrıca o dönemde İTÜ’de öğrenci olan Ziya Halis’in -anlattığı kadarıyla- 1968’e bakış açısını da gösteriyor.
İnşaat mühendisi olarak Keban Barajı’nın yapımında işe başlayan Ziya Halis, burada zekası ve çalışkanlığıyla kendini göstermiş ancak bir süre sonra bir arkadaşıyla ortak olarak kendi inşaat şirketini kurmuş. 1970’lerin ikinci yarısında, Tüm Teknik Elemanlar Derneği’nin (TÜTED) Sivas Şubesi’nin oluşumuna katılan Halis, buradan sonra CHP’de siyaset yapmaya başlamış. Yerel düzeyde siyasette, muhtemelen güçlü aşiret bağları sayesinde öne çıkan Ziya Halis’in siyaset yaşamı 12 Eylül’de kesintisinden sonra SHP ile yeniden başlamış. 1991’de SHP’den milletvekili seçilen, partinin üçüncü önemli mevki olan Genel Saymanlığı üstlenen, DYP-SHP Koalisyonunda Devlet Bakanı, sonra da Çalışma Bakanı olarak 1995’e kadar süren bu dönem, bakanlıktan ayrıldıktan sonra parlamento dışında ama merkez sol siyaset içinde sürmüş.
Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri, belki de birincisi olan 1991-1995 arasını o yıllarda sorumluluk taşıyan Ziya Halis’in gözünden görmek yaşananları hatırlamanın yanı sıra yeni bir bakış açısı kazanmaya da yardımcı oluyor. Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamasıyla başlayıp köy boşaltmalar ve faili meçhul siyasi cinayetlerle süren; İnsan Hakları Bakanlığı kurulduktan sonra polislerin “Kahrolsun İnsan Hakları” sloganlarıyla yürüyüş yaptığı, koalisyon ortağı partinin milletvekilini dövdüğü; Muammer Aksoy, Uğur Mumcu gibi çok sayıda aydının katledildiği; Sivas Katliamı’nın yaşandığı; Kürt iş insanlarını hedef alan ölüm listelerine Ziya Halis’in de eklendiği; Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünün ardından DYP ve SHP’de liderlerin değiştiği; merkez sol ve merkez sağ çözülürken Ecevit ve Erbakan’ın parlamaya başladığı bu dönem, herkesin ilgisini çekecek ayrıntılarla dolu.
‘HAYALLERİMİN YANINDA SOLDA SIFIR KALIR’
Kitap, ayrıca SHP-CHP birleşmesi, Baykal dönemi CHP’si gibi birçok konuya da Ziya Halis’in gözünden ışık tutuyor. Ziya Halis, AK Parti’nin iktidar olduğu koşulları ve bu süreçte Baykal’ın rolünü ele aldıktan sonra kısa süren Eşitlik ve Demokrasi Partisi Başkanlığı dönemini de anlatıyor. Bu dönemde Deniz Baykal’ın bir kasetle siyaset dışına itilip Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına taşınması sürecine Halis’in getirdiği yorum özellikle dikkat çekiyor.
Anılarının son bölümünde demokrasi ve insan hakları aktivisti olarak yaptıklarına değinen Ziya Halis, çok sayıda belge içeren kitabını şu sözlerle noktalıyor:
“Bu yolculuk sırasında eriştiğim bütün politik konumlar eşitlik, demokrasi ve toplumsal barışa dönük mücadelemi verebilmem için bir araçtan öte olmadı hiçbir zaman. Bir etiket, bir mevki, bir makam hevesi içinde değildim. Benim için bu mücadele hak, hukuk ve demokrasi mücadelesi idi. Bedeli ne olursa olsun halkıma verdiğim sözden vazgeçmem mümkün değildi.
Peki, sorarsanız bu hayallerime ulaşabildim mi? Belki bazı konularda halkıma hizmetim ya da Türkiye demokrasi mücadelesine ufak bir katkım olmuştur. Ama bu benim hayallerimin yanında tabir yerindeyse solda sıfır kalır.”
Kitabın ayrıntılarını okuyucuya bırakarak, bu sözlerin gerçeğin ne kadarını yansıttığını tartışılabiliriz. Ancak unutmamalıyız ki, her anı kitabı yazanın öznelliğinin bir ürünüdür, dolayısıyla gerçeğin yalnızca bir kısmını gösterir. Başta da söylediğim gibi anı yazmak tarih ve toplum önünde kendini savunmayı ve kendinle yüzleşmeyi içeren büyük bir cesaret gerektirir ancak cesaret yetmez: Kişinin, özellikle de siyasetçinin yüzleşebileceği bir geçmişi, geçmişinde kendini savunabileceği bir duruşu olmalıdır. Ziya Halis, anılarına koyduğu başlık ve seçtiği kapak fotoğrafıyla daha başından böyle biri olduğunu söylüyor ve geçmişini cesurca okurun önüne seriyor.